Teknoloji ve savaş sanayisi arasındaki bağ özellikle konu hava kuvvetleri olunca kendini daha bir belli ediyor. Savaş tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nda yoğun olarak başlayan havacılık endüstrisinin üzerinden bugün neredeyse yüz yıl geçmiş durumda. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda güçlenip stratejik önem kazanan uçaklar soğuk savaş döneminde kendini jetlere bırakarak yeni bir boyut açtılar. Günümüzde ise özellikle insansız hava araçlarının askeri amaçla kullanıldığını görüyoruz. Tüm bu ve benzeri gelişmeler aslında yoğun bir araştırma ve geliştirmeyle gerçekleşiyor. Kaliforniya’da yer alan ABD Hava Kuvvetleri’ne ait Naval Air Warfare Center Weapons Division / Deniz Hava Harp Merkezi Silah Bölümü (NAWCWD) uzun bir süredir gelişmiş teknolojiler üretip bunları havacılık bünyesine kazandıran çalışmalar peşinde.
VX-30 Bloodhounds olarak da bilinen filo çok farklı amaçları bünyesinde barındırdığı için dünyada özel bir konumda. İnsanlı, insansız uçuş teknolojileri geliştirmek, bu alanda hizmet edecek sivil teknik ekip geliştirmek, özel deniz piyadeleri yetiştirmek gibi türlü türlü görev alan VX-30 Bloodhounds toplam on bir farklı üste operasyonlarını gerçekleştiriyor. Tüm üslerin alanı da 569,797 kilometrekareyi bularak dünyada ayrı bir rekora imza atıyor. Dünyanın en dinamik merkez ve filosuna sahip Bloodhounds’ta yetkililerin açıklamalarına göre teknolojiler beş yılda bir tamamen yenileniyor. Filoya ait araç sayısı da ortalama yüz civarında. Bizlerin aşina olduğu F-14’ler F-4’ler, P-3 P-8 gibi dev uçaklar hep bu filoda geliştirilmiş. Bazen Bloodhounds Ar-Ge konusunda o kadar ileri gidiyor ki 70’lerin başında üretilen S-3B Viking gibi istihbarat ve savunma özellikli bir uçak, güncel tarihlerde NASA görevlerine atanabiliyor. S-3B son olarak 2009’da göreve çıktılar. O tarihteki son uçaklarla 70’lerin başındakiler ilk bakışta fazla değişmemiş gözükebiliyor. Ancak detaya inildiğinde Bloodhounds’un özellikle radar, takip sistemi gibi gelişmiş özellikler katarak uçakların servis ömrünü uzattığını görüyoruz. 2006’da ilk uçuşunu gerçekleştiren ve popüler bir uçak olan Lockheed Martin F-35 Lightning II de Bloodhounds’un araştırma ve geliştirmesiyle ortaya çıkıyor. Bu arada salt üretim olarak S-3B’lerin ortalama 20 milyon, F-35’lerin de 100 milyon dolar civarında olduğu düşünüldüğünde Ar-Ge’nin önemi daha da ortaya çıkıyor. ABD’de başkanlık seçimlerinin yaklaşmasıyla birlikte sorgulama mekanizmaları da devreye girdiği için F-35 haberlerini görmüşsünüzdür. Belirli bir bütçe içerisinde 2006-2016 yılları içerisinde 2500 adet üretilmesi planlanan F-35’lerden 120’nin altında üretilmiş olması büyük tartışmalara neden oldu. Aradaki dev fark tam olarak Bloodhounds’un mı yoksa başka bir tarafın suçu mu bilemiyoruz.
F-35’ler nedeniyle bütçe sorunu yaşaması muhtemel Bloodhounds’ın kendine güvendiği ve rüştünü ispat etmekte inandığı konulardan biri de Next Generation Jammer. 2021’de tam olarak kullanılması planlanan sistem uçakların karadan atılan hızlı ve ölümcül roketlere karşı kendini korumasını sağlayan bir Jammer yani sinyal bozucu olarak tanımlanıyor. Sistem, 1970’lerde geliştirilen ALQ-99’un yerini alacak ve pilotların yaşamını büyük ölçüde kurtaracak. Olası bütçe sorunlarını da göz önünde bulundurarak Bloodhounds testleri gerçek uçuş öncesi uzun bir süre labratuvar ortamında gerçekleşiyor. Süreci hızlandırmak için yapılabilecek yegane şey gerçek ortamda testler yapmak ama bu da fizibilite açısından büyük sorun teşkil ediyor. Dolayısıyla Bloodhounds’ı bir dönem kapalı ve sessiz bilim adamlarıyla dolu görürken bir dönem harıl harıl test uçuşu yapan bir platform olarak tanımlamak mümkün.
Bloodhounds yetkilileri hava kuvvetlerinde yakın gelecekte insansız hava araçlarının çok daha etkin rol oynayacağını söylüyor. MQ-8 Fire Scout isimli saldırı kapasiteli helikopter de Bloodhounds tarafından seri üretime hazır hale getirilmiş durumda. İlginç ve ironik olan bu teknolojilerden bahsederken yetkililerin savunma ve güvenlik kelimesini tercih etmesi. Görüldüğü gibi Bloodhounds’a bağlı olarak uzun yıllardır birçok araç gelşitirilmiş durumda. Dileriz dünya barışı için bu tarz teknolojilerin hiçbir zaman kullanılmaması ve ülkemizin de ithal teknoloji anlamında daha az bağımlı hale gelmesi.