İnsanlığa umut ve heyecan veren uzay görevlerine bir süredir rastlamıyorduk. NASA, çeşitli nedenlerden dolayı bu görevlere ağırlık vermemeyi tercih etmişti. Ancak son yıllarda durum bir hayli değişti. 2009’da başlayan Kepler görevlerinin sonucunda bulunan ve Dünya’mızdan 490 ışık yılı uzaklıktaki Kepler-186f, Dünya dışı ilk yerleşilebilir gezegen olma unvanını kazandı. “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de…” türküleri söylerken son bir gelişme de Güneş Sistemi’mizdeki yeni gezegenden geldi.
Plüton’un ilerisi…
Bugüne kadar Plüton, insanlık için uzay haritamız açısından bir sınırdı. Fakat Konstantin Batygin ve Mike Brown isimli iki astronom, yeni bir gezegenin var olma ihtimalini hiç olmadığı kadar canlı bir şekilde bilim dünyasına sundu. Peki, bugüne kadar yeni gezegen neden görülmedi? Bunun birçok nedeni var ancak temel olarak Güneş Sistemi’mizin devamlı dönüş halinde olması açıklama olarak kabul ediliyor. Güneş Sistemi’nin oyuncuları yer değiştirdikçe daha önceleri görmemizin mümkün olmadığı kısımlara yeni bir açıdan bakabiliyoruz. Bir de teknolojinin gelişmesiyle yeni algılayıcılar ve güçlü işlemcilerle daha doğru hesaplamalar yapılabiliyor. Batygin ve Brown da gece gündüz bu hesaplamaları yapıyor. Hatta onlara göre Plüton’un ardından bir değil birkaç gezegen daha keşfedebiliriz. Şimdilik gözlerin çevrildiği Dokuzuncu Gezegen’e bakacak olursak onun Dünya’mızdan on kat büyük olduğunu söylemek mümkün. Yeni gezegenin Güneş’in etrafında tam bir tur atması 10,000-20,000 yıl arası sürebiliyor. Dolayısıyla bu hantal yeni takım oyuncusunun daha önce keşfedilmemiş olması da bir nebze daha anlam kazanıyor. Peki, Güneş Sistemi’mizin yeni üyesi neden yeterince ilgi görmedi? Bunun bir nedeni Einstein’a yeniden itibar kazandıran yerçekimsel dalgalarının ispatlanmasının kamuoyunda büyük yankı uyandırması. Çünkü iki keşif de birbirine yakın tarihte gerçekleşti. Asıl diğer etken ise bir yanılma payının bulunması. Evet, ne yazık ki yeni gezegenin varlığı %100 olarak ispat edilmiş durumda değil. Böyle bir ispatın gerçekleşip kitaplara ek bölüm halinde girilmesi için beş seneye ihtiyaç olduğu söyleniyor. “Bana göre tüm hesaplamalar doğru. Ancak beş sene kadar üzerinde çalışıp yanılmadığımızı görmemiz lazım. Bu süre içinde aynı noktaya bakan başkasının çıkıp gezegeni bulduğunu ispat etmesini istemedik,” diyor Mike Brown basın açıklamasında. Şu an için gezegen keşif görevindeki tek uzay aracının iddia edilen bölgenin aksine doğru hareket etmesi de ispat süresini uzatıyor. Ancak Mike Brown bu alanda fazlasıyla itibar sahibi bir bilim adamı olarak yeterince ikna edici kabul edilebilir. Zira çalışmaları sonucunda kendisi 2006 yılında adeta Plüton’a kişisel bir savaş açmış ve onu gezegen konumundan, cüce gezegen terimine indirgemişti. Batygin de buluşları konusunda rahat; “150 yıldır hiç bu kadar sağlam bir kanıt görmemiştik. Alacakaranlık Kuşağı dediğimiz bölgedeki hareketlenmenin tek nedeni, bir gezegenin varlığı olabilir,” diyor, en son bulunan gezegen Neptün’e (1846) gönderme yaparak.
Peki, bilim dünyasını bu kadar heyecanlandıran buluş yeni bir gezegenin varlığını ispat etmiyorsa ne işe yarıyor? Aslında bu iki bilim adamı gezegenden çok gezegenin yerçekimi hareketlerini yakalamayı başarmışlar. Yerçekimi etkilerinden yapılan hesaplamalar da gezegenin boyutu ve dönüş hızına dair çeşitli veriler veriyor. Adeta bir gölgeye bakıp, saat hesaplaması yapıp cismin boyunu hesaplamak gibi… Plüton’un 5000 katı büyüklüğünde olduğu düşünülen gezegenin birçok uydusu olması da yüksek ihtimal dahilinde.
İhtimalleri bir kenara bırakacak olursak buluşa şüpheyle yaklaşanların da varlığından bahsedebiliriz. Gezegenler üzerine çalışmalarıyla ünlü Sol Alan Stern “Bu tarz haberler birkaç yılda bir ortaya çıkıyor. Ben bu aşamada bunlara keşif değil de teori gözüyle bakıyorum. Teori geliştirmek ne yazık ki aksini ispat etmekten daha kolay,” sözleriyle konuya soğuk olduğunu belli ediyor. Bilimsel veriler doğrultusunda yeni komşumuzun son durumu bu şekilde özetlenebilir. Kendisiyle resmi bir şekilde tanışmak için sabırsızlandığımızı söyleyebiliriz.