Prince of Persia ismen efsaneleşmiş oyunlardan biri ve açıkçası hikayesinden tutun oynanış mekaniklerine kadar zamanında hepimizin kalbini çaldı. Ancak konumuz eskilere dönmek değil bu sefer Prince of Persia: The Lost Crown ismine odaklanmak. Öncelikle o geçmişten tanıdığınız Prince of Persia ile kendinizi farklı bir oyun deneyimine hazırlayın.
Konsol ve PC tarafında öne çıkan oyunumuz platform temalı ve yanına bol bol aksiyon alırken bulmaca öğelerini de süsleyerek ekliyor, bu da türünü sevenleri tatmin edecek bir deneyime hazırlıyor. Elbette her oyun gibi belli eksileri var, ancak şimdilik onlara odaklanmak yerine gelin oyunun temellerine dalalım biraz, son karar da sizin olsun. Ubisoft’un seveni kadar sevmeyeni de çok, beklentileri çılgın tepelerde tutan ancak bir noktada hayal kırıklığı yaşattığı çok zaman oldu, işin güzel kısmı ise derslerini alıyorlar ve öğrenerek gelişmeye devam edip oyuncuları dinliyorlar, zaten önemli olan da bu değil mi? Konumuzdan sapmadan sevgili prensimize dönecek olursak; Prince of Persia: The Lost Crown, bizi yeni bir kahramanla tanıştırıyor.
Sargon, Pers Prensi’nin elit savaşçılarından olan Immortals’ın en genç üyesi. Elbette kendimizi bir savaşın ortasında buluyor, prensi ve ona saldıranları takip etmenin yanında, her iki tarafı da, bir zamanlar savaş ve lanet nedeniyle alçaltılmış, gelişen, altın güzellikteki bir şehir olan, şimdi ise yüksek sıradağlardan yayılan doğal ihtişamla yozlaşmış Kaf Dağı’na yola çıkıyoruz. Bu yolculuğun nedeni ise Pers Prensi’nin kaçırılması, görevimiz de madem prensi korumak, düşüyoruz yollara. Kaf Dağı, tamamen terk edilmiş gibi duran bir mekan, ancak aslında görünüşün altında zamanla oynamayı seven farklı temeller var. Eski Prince of Persia oyuncuları, bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar malum. Bir yerde yıllar önce ölmüş askerlerin cesetleri, diğer tarafta hala bir kuşatmanın aslında devam ettiği, hatta bir noktada hareketsiz kalıp saldırıya hazır olan askerlerin bedenleri, zamanda kısıtlı kalmış durumdalar.
Zaman tanrısı Simurgh, Kaf’ı parçalamış, geçmişi, bugünü ve geleceği baştan sona parçalamış, kesişen zaman çizgileri burayı temelde tanık olmanın yanlış olduğu, ancak keşfetmenin keyifli olduğu bir yer haline getirmiştir. Zamanın içerisinde donmuş okyanuslar, el değmemiş anıtlardan tutun, şehrin altındaki su yollarına kadar oyunda görsel anlamda “zaman” konusunu farklı şekillerde gösterilmiş. Eh, böyle bir manzaraya denk gelip de araştırmamak olmaz, kendimizi Sargon olarak derin bir zaman çizelgesinin ortasına atıveriyoruz. Oyun, 20 saatten fazla oynanışta olabildiğince her şeyi sunmayı başarıyor. Sargon, bu ortamda bir karakter hissini hayal edebildiğiniz kadar mükemmele yakın hissettiriyor ve temel manevralarından tutun karakterin tepkilerine bile hızla adapte olabiliyorsunuz. Sargon, elbette sadece elit bir savaşçı değil, aynı zamanda Simurgh tarafından kutsanmış.
Zamanda geri dönmek için kendisinin bir kopyasını kristalize ediyor, yakın mesafelere koşmak ve hatta ruhani platformlara erişmek için anında boyut atlamak gibi bir dizi zaman bükme yeteneğini kullanabiliyor. Ancak burada dikkat etmeniz gereken önemli bir detay var, o da metroidvania detayı. The Lost Crown, bu türe sağdık kalan bir oyun ve bu da şu anlama geliyor, hafızanızın kuvvetli olması gerek. Veya kalem kağıt alabilir, hatta aslında her şeyi kenara bırakıp oyunun kendi mekaniği olan fotoğraflama kısmını kullanabilirsiniz. Kendinizi bu oyunda sürekli bir şeyleri işaretlerken bulacağınızdam eminim. Metroidvania mantığı sizi başta kısıtlar, ancak bu da belli noktalara yeteneklerinizi kazandığınızda geri döneceğiniz anlamına gelir ve oyun, bir noktada sizi buralara döndüğünüz için farklı şekillerde ödüllendirir. Bu ödüllendirmeler, yeni bir silah, başka bir yetenek veya hikayeyle alakalı alt temelleri açmaktır, hatta belki de hikayeye devam etmenin tek yolu bile bu olabilir.
The Lost Crown, bu noktada kafanızı karıştırmadan sizi kolayca eğitebiliyor. Bu noktada türe alışık değilseniz bile rahat bir oyun deneyiminin sizi beklediğinin garantisini verebilirim. Yetenekler hızla açılırken, karmaşık bulmacalar sadece kısa süreliğine sizi zorda bırakabilir, ancak hisse o kadar hızlı adapte oluyorsunuz ki oynanış bir noktada yaş gibi akıyor. Zorluk seçeneklerine göre oyun deneyiminizi farklılaştırmak elbette bir noktada sizin elinizde. Biraz daha rehberli bir haritada oynayabilir, ya da platform türünün verdiği spesifik zorluklar sizi rahatsız ediyorsa daha hızlı geçiş yapmanızı sağlayacak zorluklara da odaklanabilirsiniz. Ayrıca çözülmesi gereken yeterli dozda bulmacaları da unutmamak gerek. Her platform bölümü hızlı tepki kontrolüne yönelik değil, gözlemlemeniz önemli ve bazı anlarda kendinizi yeni bir alanda bulabilir veya para, koleksiyon eşyaları ve benzeri şeylerle ödüllendiriliyorsunuz.
The Lost Crown, genel oynanış mekaniklerinde sizi iyi tasarlanmış ve dövüşmesi oldukça eğlenceli birçok düşmanla karşı karşıya getiriyor. Boss kapışmaları da özellikle heyecan verici, elbette bazıları kolay modda bile zorlayabiliyor ancak ödüllendirme sistemi çektiğiniz acıya değiyor diyebiliriz. Doğal olarak oyunda geçirilen zamanda, tabii ki Sargon olarak deneyiminiz artıyor. Her savaş ve oyunda keşfettiğiniz alanlar sizlere yeni güçler kazandırıyor. Başlangıçta sadece ikili kılıçlarınız dışında pek bir şeyiniz yokken, bir bakmışsınız zamanın akışını kontrol edebilmeye yakın bazı özelliklere kavuşmuşsunuz. Sargon ayrıca çeşitli muskaları savunma ve saldırı takviyeleriyle donatabiliyor, silahlarını ana demircide yükseltebiliyor. Yani oyun dümdüz ilerleyen bir platform değil aslında. Yükseltmeler için oyun içi para birimini bulmak ve malzemeye de aynı şekilde ulaşmak o kadar zor değil, ve sizi çılgın bulmacalar yapmaya da zorlamıyor, ancak unutmayın ki türünün verdiği etkiler nedeniyle neyin nerede olduğunu hatırlayabilmek gerekiyor.
Tüm bunların yanında biliyoruz ki Prince of Persia denilince akla gelen seslendirmelerin ne kadar karizmatik olduğudur, bu kısımda The Lost Crown’ın biraz geri planda kaldığını belirtmek zorundayım. Belki İngilizce seslendirmesi yeterli gelmemiştir ve tabii bu, göreceli bir durum ancak performans biraz ezber gibi duruyor ve duyguyu tam olarak yakalamak zor gibi.
The Lost Crown, önceki oyunların gittikçe kasvetli ilginç gerçekçiliğini, yerini yoğun bir şekilde stilize edilmiş karakter çalışmasına ve canlı renklere bırakmış. Bu değişiklikler, bazı oyuncuların hoşuna gidebilir, yüz animasyonlarından tutun boss savaşlarındaki hareketler, gösterişli manzaralardan, aniden tüm zamanın durduğu altın güzellikler gösterişli bir şekilde oyuncunun ayakları altına seriliyor. Gerçekli grafikler yerine, farklı detaylarla karşılaşmaya hazırlanın, sizi bekleyen sanat stili biraz farklı. Uzun lafın kısası Prince of Persia: The Lost Crown, türünü sevenlerin etkileneceği, Ubisoft’un çıkardığı başarılı oyunlardan biri olarak anılabilecek yapımlardan biri. Sunulan temel sistemler neredeyse mükemmel, serinin köklerine olabildiğince saygı gösterilirken, aynı zamanda farklı mekaniklerin eklenmesi çok tatlı bir dokunuş olmuş.
Etkileyici animasyon, harika dövüş ve zorlu ama adil platform olmasının yanında, kapsayıcı anlatımla ilgili birkaç küçük sıkıntı dışında, kendinden emin ve eksiksiz bir oyun olarak karşımıza çıkıyor. Oyun sonuna geldiğinizde yeterince sizi tatmin edecek, kimi zaman güzel anıların tekrar canlanmasını sağlayacak, müziklerinden tutun karakterlerine kadar bir noktada sizi tutmayı başaracak olan The Lost Crown, zamanınızı hak eden bir yapım. Şimdiden keyifli oyunlar.